16 Mart 2010 Salı

Sümük

yine her yer simsiyah. birisinden tuhaf sesler geliyo. galiba babamdan. ben bişey göremiyorum çünkü çevrem sarılı. sadece yukarı bakabiliyorum. çok sıkıcı. tepemde aptal 4 tane dönen bişiler var. bi defasında babamın ağzından ses çıkarma olayını canlı görme şerefine nail oldum. gözleri kapalı, ağzı yarım yamalak açık hır hor sesler çıkarıyo. anlatılamaz bişey. iğrenç bi gürültü gibi. galiba beni güldürmeye çalışıyo ama hiç komik bulmuyorum. arada kendisine çıkardığın o ses ne diye soruyorum ama bana ugucuk bugucuk diye salak salak şeyler söyleyip malca hareketler yapıyo. gerçi bunu bana iletişime geçmeye çalıştığım herkes yapıyo. bana karşı insanların hareketleri çok salakça ama nedense gülesim geliyo. zaten herkeste bir ce-eee hareketi var. bazen dayanamayıp gülüyorum aptallıklarına. orjinal olun azcık bi şeye 100 defa gülünmez. bide ben gülünce bi bok becermiş gibi seviniyolar. her neyse. şu anda daha önemli bir derdim var. canım inanılmaz sıkılıyo. her yer simsiyah.

üstümede kat kat şeyler dolamışlar. götüm terledi ya. yoksa kakanın ıslaklığı mı var götümde? bilmiyorum ama sanki koku yok gibi. rahatsızda olmuyorum zaten. sebebini bilmiyorum ama bezimi değiştirirlerken kendimi çok aşağılanmış hissediyorum. zaten annemde değiştirirken pek mutlu gözükmüyo. hep ilk açtığında suratını filan buruşturuyo. ben orda ne olduğunu henüz göremedim ama bu bok denilen şeyi insanların sevmediğini anladım.

ağlasam mı ne yapsam ya? canım çok sümüğümü yalamak istedi. ne zaman sümüğümü yalamak için ağlamaya kalkışsam herkes beni güldürmek üzere seferber oluyo. babam kafasını göbeğime getirip döndürüyo. en çok buna gülüyorum. aslında gülmek istemiyorum çünkü sümüğüm geri gidiyo ama huylanıyorum napıyım gülmeden edemiyorum. o yüzden en mantıklısı her yer karanlıkken ağlamak. hem güldürmeye çalışmıyolar hemde onlar yanıma gelene kadar çok vakit geçiyo. tuhaf bi şekilde babamdan gelen har hor seslerde kesiliyo. sebebini bilmiyorum. her neyse ben ağlamaya başlıyım.

hissediyorum iniyo. dilimi uzatıyorum. muhteşem bir tat. anlatılamaz. annemin bana yedirmeye çalıştığı şeylere on basar. zaten çoğunu kusuyorum çünkü iğrenç. bide uçakmış bişimiş filan aptal aptal konuşuyo. her seferinde aynı numara yapılırmı ya? bana bebek muamelesi yapmalarına tahammül edemiyorum. hem bi defa gördüm babamda sümüğünü yalıyo. aslında yalamak denmez. önce parmağını burnuna sokuyo. sonra sümüğü çıkartıp parmakları arasında yuvarlıyo. sonrada hüp ağzına. bazende koltuğun yada masanın altına filan yapıştırıyo. bende yapabilmeyi çok isterdim. ellerim serbestken hep deniyorum ama burnuma nedense ulaşamıyorum. burun deliğim çok küçük bi türlü tutturamıyorum. annem yüzümü görünce kızıyo. suratımı tırmalıyomuşum neymiş. lan malmıyım ben niye kendime acı çektiriyim? bi amacımız var anla işte gerizekalı. sonrada elime aptal bi eldiven geçiriyolar. sonrada bi bok yapamıyorum. onlar eldiven taktıkça daha çok ağlıyorum çünkü sümüğe bi şekilde ulaşmam gerekli. aha babamın seside kesildi. galiba yanıma gelcekler. niye beni rahatsız ediyolarki ya? rahat bırakın adamı. bi sümük zevkimiz var. ondanda mahrum bırakmayın.

al işte yine başladık. annemin kucağında bi sağa bi sola gidiyorum. gözlerim kapanmak üzere. sanki ben uyumak istiyorum. bana hiç sordunmu? orospusun sen orospu! ne demek bilmiyorum ama annem babama heryer karanlıkken bazen böyle bişeyler diyo. sanki kızgınmış gibi. bide suya elimde vurduğumda çıkan ses gibi şap şap sesler geliyo. annemde ağlıyo gibi sesler çıkarıyo. galiba aile içi şiddet var ama bilmiyorum. neyse siktir et. uyicam dayanamıyorum...

3 Mart 2010 Çarşamba

AB Krizi, Kıtalar, Türkiye...

Blogumuzu takip eden milyonların istiklal'de nabzını tutup, blogumuzun içeriğini nasıl bulduklarını sorduk ve elde ettiğimiz verilerin ardından ciddi meselelere de değinmeye karar verdik. Bundan böyle blogumuz sadece civikbacılarınvebaylar'ın yanında ciddibacılarvebaylar'a da hitap edecek. Gündemi şöylemesine bir taradık ve Türkiye-AB çıkmazına alternatif çözümler üretmek üzere detaylı bir rapor yazalım dedik. Olayı en temelinden alalım istedik, probleme Aristo'nun "problem çözme kuramı" ile yaklaşıp en temelden genele doğru, bireyden topluma, kıtadan dünyaya doğru bir yol takip edeceğiz. Haydi gelin hep birlikte şu lanet olası problemi çözüp, ülkemizi muasır medeniyetler seviyesine çıkaralım.

AB BİZİ NEDEN ALMIYOR?

Bildiğimiz üzere Türkiye 50 yıldır AB kapısında; sokakta görüp tiksindiğiniz, gördüğünüzde kaldırım değiştirdiğiniz, suratına tükürmeye tenezzül bile etmeyeceğiniz, yüzsüz, elleri ayakları bok içindeki bir dilenci gibi dileniyor. Atamızın Türk gencine vasiyeti muasır medeniyetler olduğu için bizim bu kapıdan ayrılma gibi bir lüksümüz yok. Gururumuz ayaklar altına alınsa bile giricez lan! O yüzden yok Türkiye AB'ye küstü yok sırtını doğuya çevirdi falan filan salak salak konuşmayın. Azıcık mantıklı olun, atamızın bize gösterdiği hedeften şaşan en adi ibnedir!

Kısa bir giriş yaptıktan sonra AB'nin bizi neden almadığına değinelim. Bir insan 50 sene boyunca birisinden bir şey rica ederse, karşıdaki de insanlıktan azıcık nasibi almışsa, bi yerden sonra bu ricasını kabul eder. Ne yazıkki Avrupa Birliği bir insan değil kurum. O yüzden insanlıktan nasibini almamış. Herneyse şimdi lafı uzatmadan sorunun özüne giriyorum. Gördüğünüz üzere insanlar henüz bizim hangi kıtada olduğumuzu bile bilmiyor. Lütfen elinizi vicdanınıza koyun ve Türkiye'nin haritasını gözünüzün önüne getirin. Sizce biz Avrupa kıtasında mıyız yoksa Asyada mı? Hepiniziden özür diliyorum böyle ciddi bir makalede küfür pek hoş gitmez fakat çarpıcı olması için söylüyorum; Avrupada GÖT kadar toprağımız var ve "n'olur bizi Avrupaya alın" diye sürünüyoruz. Yok gerekli şartlarmış, reformlarmış, demokrasimiz güçsüzmüş oymuş buymuş sürekli saçma sapan oyalıyorlar bizi. Kabul edelim, biz avrupa'ya değil Asya'ya dahiliz, neden alsınlar ki?..

PEKİ YA NASI GİRCEZ?

Hepiniz son satırları okuduktan sonra büyük bir hayal kırıklığına uğradı biliyorum. Fakat Atamızın bize gösterdiği hedefi unutmayın! Pes etmek yok. BİZİM ATALARIMIZ VİYANA'NIN KAPILARINA KADAR GİDİP PAPAYA GÖT YALATMIŞTI! Fatih Sultan Mehmet vari bir taktik yapacağız. Gemileri karadan yürüteceğiz. Boğazı doldurup Avrupa'yı Asya'ya bağlayacağız. Boğaz ortadan kalkacak! Bu işin başka yolu yok...

Kulağa ilk başta saçma geliyor, "ne diyo lan bu salak?" diye düşünüyorsunuz farkındayım ama lütfen okumaya devam edin. Bu proje bizi sadece AB'ye sokmakla kalmayacak çok çılgın olaylara vesile olacak.

BU PROJENİN BİZE GETİRİLERİ NELERDİR?

Projemizin öncelikli amacı tabii ki 4 mevsimi bir arada yaşayan, 3 tarafı denizlerle çevrili, 2 kıtada toprağı olan ve Dünya'da 1 tane olan bu güzel cennet vatanı AB'ye sokmak.

Öncelikle makro düşünelim. Her zaman arabulucu olan, doğu ile batı arasında köprü görevi gören Türkiye gerçek manada doğuyu ve batıyı birleştirecek ve bu arabuluculuk görevinde ne kadar samimi olduğunu tüm dünyaya gösterecek.

Boğazı doldurunca doğal olarak Karadeniz bir göl haline gelecek ve Karadeniz'de artık dalga olmayacak. Dolayısıyla artık kimsenin karadenizde gemileri batmayacak(Araya ufak bir espri sıkıştırayım dedim, umarım sizi gülmekten öldürebilmişimdir). Karadeniz bir göl haline gelince doğal olarak buradaki limanların hepsi Türkiye'ye taşınmak zorunda kalacak. Karadeniz'e kıyısı olan ülkelere bir bakalım; kuzeyde Ukrayna ,kuzeydoğuda Rusya, doğuda Gürcistan ,Abhazya, güneyde Türkiye ve batıda Romanya ve Bulgaristan. Bu ülkelerin -12 tanesisi Rusya'nın olmak üzere- toplamda 43 tane limanı bulunuyor. Bunların hepsinin bizim marmara ve Akdeniz'e kurulmaktan başka çareleri yok. Böylece İstanbul gerçek manasıyla bir lojistik merkezi oluyor ve hesap makinemle yaptığım hesaplara göre bunun senelik ülkemize 13 milyar dolar getirisi olacak, boru değil... Sen ömrün boyunca yerlerde sürünerek köle gibi çalışsan bu paranın binde birini kazanamazsın.

Asyadaki ülkeleri düşünelim. Avrupa tarafından dışlanmış, emperyalistlerin tekmesini yemiş ve hala yemekte olan, sürekli ezilmekte olan ezik ülkeler. Asya'da Avrupaya dahil olacağına göre onlarda artık Avrupalı olabilir! Bu proje sadece bizim için değil dünyaya yabancılaşmış asya ülkeleri içinde bir şans. Dolayısıyla biz projeyi gerçekleştirmek için cebimizden tek kuruş çıkarmayacağız. Bu proje bizim için ne kadar önemliyse onlar içinde o kadar önemli. Her hükumet, vatandaşının göğsünü gere gere "Ben de Avrupa'lıyım" demesini ister.

Makro getirilerinden bahsettikten sonra şimdi de, projemize mikro pencereden bakmak istiyorum. Mikro pencere çok küçük olduğu için hiçbir şey göremeyebilirsiniz(haha, yine espri yaptım umarım size gülmekten yüz felci geçirtebilmişimdir). Hepimizin ilk aklına gelen tabii ki boğaz trafiği problemi. Artık 3. köprüye, alttan tüpe filan saçma sapan şeylere ihtiyacımız yok. Köprü yerine, artık ara sokaklardan giderek dahi karşıya geçebileceğiz. Her sabah güzel ülkemin güzel vatandaşlarının 1,5 saat köprü trafiğinde kaldığını düşünün. 6 milyon İstanbul'lu 1,5 saat yolda kalsa bu 9 milyon saat eder. 9 milyon saat, 3750.000 güne, 1027 yıla denk gelir. İstanbul'da Ortalama bir insanın 68 yıl yaşadığını göz önüne alırsak (kaynak: Türk Kardiyoloji Derneği) bu 16 insana denk gelir. Köprü trafiği her gün 16 kişiyi, her ay 384, her yıl 4608 kişiyi öldürüyor. Her yıl iki kişide köprüden atlasa 4610 kişi. 1984'ten bu yana doğu sorunundan ötürü 20 bin kişi ölmüş. Yıla vurursak eğer 659 kişiye denk geliyor. Neredeyse 7 katı... Bir insanı öldürmek için sadece kafasına kurşun sıkmanız gerekmiyor. İnsanlarımız ölürken kaybettiğimiz iş gücünden bahsetmek bile istemiyorum... Biliyorum büyük bir kesim boğaza hayran, fakat siz boğaza karşı bakıp çayınızı hüpürdeterek içerken, masum 16 tane vatandaşımız ölüyor. Ben artık boğaza baktığımda kanlı bir nehir görüyorum. Belki de bu projenin en önemli getirilerinden biri bu kanın durması olacak...

Boğazı doldurduktan sonra ortaya yaklaşık 12 dönüm kadar bir arazi çıkacak. Boğazın değeri düşecek gibi saçma şeyler diyecek olanlarınız çıkabilir. Boğaz için devlet destekli hayvan gibi bir proje açacağız. Boğaz boyunca 45 tane 125 katlı kule dikeceğiz. Avrupalı insanlar Newyork-Manhattan'a değil, İstanbul'a gelecek. Sanırsam abaza halkımızı en çok sevindirecek haber de bu, daha fazla turist. 12 dönüm arsadan 15 milyar dolar gelir elde edeceğiz. Boru değil... Sen köpek gibi çalışıp her gün patronunun götünü yalasan bile ömrün boyunca binde birini kazanamazsın. Turizmden ise yaklaşık senelik 3 milyar dolar kazanacağız. Bu da uzun vadede çok kazançlı bir gelir...

Malum hepimizin bildiği üzere ülkemiz ne yazık ki enerjide dış ülkelere mahkum. Enerjinin son günlerde patlayan sektör olduğunu siz de biliyorsunuzdr. Bu proje ile ülkemizin enerji krizini de aşacağız. Karadenizle boğazın birleştiği noktaya, dünyada ilk olacak olan, kaynağını denizden, karadenizden, alacak olan bir baraj inşa edeceğiz. Dünyanın en büyük barajı olacak ve hesaplarıma göre elde edilecek enerji orta doğu ve balkanların tüm enerji ihtiyacını karşılayabilecek nitelikte. Böylelikle ülkemizin en büyük krizlerinden birini aşacağız ve hatta dış ülkelere enerji ihraç edip senelik 22 milyar dolar kazanacağız. Boru değil... Sen ne yaparsan yap bok bulursun bu kadar parayı, rüyanı geçtim hollywood filmlerinde bile bu kadar parayı bir arada göremezsin. Sen hayatın boyunca çalışarak o paranın üretim maliyetini bile karşılayamazsın.

Baraj yapacağımız için boğazdan geri kalan çok ufak bir nehir olacak, dolayısıyla boğaz havası almak isteyenler bu ihtiyacını yine giderebilecek. Vapursuz boğaz gezintisi olmaz diyenler içinde nehiri takip eden bir tren yolu yapmayı düşünüyoruz. Bunca sene vapurla gezdiler birazcık da trenle gezsinler farklılık olur. Boğazda balık tutmak isteyenler de nehirde alabalık avlamaya çalışabilirler...

27 Şubat 2010 Cumartesi

Oğlumla Gurur Duyuyorum

Efendim, birazdan okuyacağınız, büyük tabloda naçizane duruşlu bir babanın, her daim sevgi ve saygı ile büyütülmeye çalışılmış, bizim toplumumuza has geleneksel aile terbiyesi ve birtakım toplumsal değerlerle beslenerek eğitilmeye çabalanmış biricik oğlunun, henüz genç yaşında edindiği bir zafere, bir iktidar ifadesine yönelik duyduğu gururun, birtakım titrek ve heyecanlı cümlelere dökülmüş, bu şekilde ifade edilmiş halidir.

Söze başlamadan önce size biraz kendimden bahsedeyim. Adım Alpaslan Ertürk. 38 yaşındayım ve devletimizin Maliye'sinde üst düzey sorumluluklara sahip bir memurum. Mesleki durumumdan son derece memnun olduğumu belirteyim: Askerlik görevini de onurlu bir biçimde yapmış ve bunun tecrübesiyle şekillenmiş biri olduğunu gururla kabul edebilecek biri olarak vatanıma, devletime hizmet etmeyi sürdürmekten büyük bir haz duyduğumu belirteyim. Zira bildiğiniz üzere devlet, insanımıza hayat verendir. Allah devletimizden razı olsun. Şu anki mesleki konumumu da şüphesiz ki devletime borçluyum, zira bu belirttiğim doğrultudaki inançlarımın güçlülüğü, minnettarım ki bazı devlet büyüklerimiz ve tanıdıklarım tarafından farkedildi ve onların bana uzattıkları el sayesindedir ki ben şu anda sizlerle bu güzel satırları paylaşabiliyorum. Allah devletimizden razı olsun; bunu ne kadar söylesem azdır.

Sizlerle paylaşmak üzere olduğum bu güzel anımın öznesi oğlumu tanıtmadan önce ailemden söz edeyim. Çok sevgili karım son derece ahlaklı bir bayan olmakla beraber, mütevazılığı, toplumdaki yerini bilmesi ve birtakım önemli değerlerimize sahip çıkması ile güzel bir ev hanımıdır, güzel bir insandır. Akşamları işten yorgun bir şekilde eve döndüğümde sofrayı bellibaşlı mezeler ve birbirinden leziz yiyecekler, misal kuru fasulyeler, pilavlar, ayran ve hatta özel durumlarda bazı alkollü içkiler ile bile donanmış görüyorsam onun sayesindedir. Ailemizin değerli bir üyesidir.

Onunla şu ana kadar bir tane çocuk dünyaya getirdik ki bu güzel satırların her birini ona adıyorum. O ki; geldiği andan itibaren, bana bir gün bu satırları yazıyor olmanın kıvancını yaşatacağını sezdirmiştir. O ki, çok değil daha bir kaç hafta önce tüm erkliğini ve iradesini kendisine ve babasına kanıtlamıştır. Evet, tahmin ettiğiniz gibi biricik oğlumdan bahsediyorum. O ki, ilk gelerek tekliğini de garantiye almış güvencemdir.

Turan, 16 yaşında ve şu anda lise 2. sınıfta. Bir Türk erkeğinin olması gerektiği gibi, hem bedenen hem de zihnen güçlü bir evlat. Derslerinde de bana dediği üzere çok başarılı. Ona güveniyorum. Arkadaşları da ona saygı duyuyor ve güveniyorlar. Önceden de söylediğim gibi, onu yetiştirirken ona toplumumuzun halet-i ruhiyesine özgü bazı değerleri aşılamaya çalıştım. Başarılı olduğumu da düşünüyorum.

Anlatmak istediğim mevzuya gelelim. Geçen gün akşam 7 sularında işten dönmekteyken cep telefonum çaldı, arayan Turan'dı. Arkadaşları ile halı saha maçındaymış, maç bitmiş ve çok yorgunmuş (gerçekten de sesinden bu izlenimi ben de edinmiştim, ancak bunun bir yorgunluktan fazlasına işaret ettiğini biraz sonra anlayacaktım). Onu gelip alabilir miyim diye sordu. Normalde toplu taşıma araçlarını kullanmasını salık verdiğim oğlumu (zira bu, onu alıştıracak, iradesini güçlendirecek bir yaklaşımdır) bu sefer kırmadım ve "Tamam," dedim, "geliyorum birazdan. Neredesin?" Halı sahanın Kalamış'taki lisesine yakın olduğunu söyledi. Talih benleydi ki ben de civardaydım. Takriben 20 dakika sonra Turan arabanın ön koltuğunda yanımdaydı.

"Eee," dedim. "nasılsın?" "İyiyim," diye karşılık verdi ancak telefondaki o yorgunluk halini devam ettirdiği gözümden kaçmadı. Daha doğrusu, bu bir yorgunluk değil de, bir düşünce hali gibiydi. Onda sık gözlemlediğim bir şey değildi bu içe sinmeyen içe kapanlıklık. Oğlumun bu halini biraz daha eşelemeden önce maçla ilgili muhabbet ettik. 5-2 yenmişler. Bizimki 2 gol ve 1 asistte bulunmuş. Oğlumun her kulvarda olduğu gibi futbolda da başarılı olmasına, öne çıkmasına çok sevindim ve içten içe bununla övündüm. Sevincimi dile de getirdim. Ancak Turan hala düşünceli gözüküyordu. Artık bu sır perdesini aralamanın zamanı gelmişti -- iyi ki de aralanacaktı --:

"Oğlum", diye söze başladım, "nedir bu halin? Maçtan çıkmısşın, galip gelmişsiniz, çok da terlemişsin, belli ki yorgunsun. Ama sen çok maç yapıyorsun ve seni hiç böyle görmedim. Bir haller almış seni. Bir derdin mi var? Söyle bakayım babana," diye bitirerek niyetimi belli ettim. Turan demek istediğimi anladı ve cevabını vermeden 10-15 saniye boyunca düşündü.

"Baba," dedi sakin bir sesle, "itiraf etmem gereken bir şey var." Pür dikkat kesildim. Ben onun babasıydım ve elbette onu dinleyecek, elbette onu anlayacaktım. Sesinde ilginç bir eda vardı ki; bir anlığına bunun bir tür gurura işaret ettiğini düşünüverdim. Aslında bu hissiyat çok da isabetsiz sayılmazdı. Ayrıca belirteyim, anayola çıkmıştık ve önümüzdeki kamyonun arkasındaki "Liselim" yazısı da gözümden kaçmadı. Sanki tüm koşullar birazdan duyacaklarıma göre düzenlenmiş mükemmel bir düzene işaret ediyordu. Böyle bir düzen kendiliğinden oluşmuş olabilir miydi?

"Benim bir kız var," diyerek ilk bombayı patlattı. Ancak bunu ben zaten biliyordum. Her ne kadar bu durumu benden olanca kuvvetiyle gizlemeye çalışmışsa da ben bu sırra baba ve oğul arasındaki o eşsiz bağ sayesinde muvaffak olabilmiştim. Dolayısıyla şaşırmadım, ancak bunun devamı da gelecekti. Netekim geldi de: "ve onunla geçen akşam yattım. Hani sen beni Şeref'lerde kalıyordum sanıyordun ya. Aslında onların evi boştu baba. Ben de nefsime bıraktım kendimi. Onunla yattım. Umarım beni yadırgamazsın."

Aslında yadırgamayacağımı o da biliyordu. Biraz önce varolduğunu düşündüğüm o gurur, o övünme hissi "yadırgamazsın." kelimesinin ağırlığıyla beraber iyicene güçlenmiş ve bana kendimi hatırlatan bir özgüveni temsil eder hale gelmişti. Neden gelmeyecekti ki hem? Turan bana bunu itiraf ederek ne diyordu aslında? Diyordu ki, baba, ben erkekliğimi kanıtladım! Artık ben, senim! Bana güvenebilirsin diyordu, kendime ait en büyük sorumluluğu yerine getirdim! Gerçekten de, ait olduğu cinsin yaradılıştan sahip olduğu iktidar vasfına ne de güzel, tatminkar bir biçimde erişmişti. Evet, onunla gurur duyuyordum. Ancak birazdan bu müthiş gurur bile ikiye, üçe, beşe katlanacak, bu olumlu dalgalanmayı bir çağlayana dönüştürecekti.

Bu noktada size Niyazi'nin balıkçısından söz edeyim. Niyazi, takriben 50-55 yaşlarında Eskişehir'li bir baharatçıydı. Baharat satım işinde iyi para edindikten sonra hayatının bir diğer tutkusu olan balıkçılığa gönül vermiş, İstanbul'a gelmiş ve Kadıköy rıhtım civarlarında oldukça hoş ve samimi bir balıkçı restoranı açmış. Sık sık oraya gideriz ailecek. Allah razı olsun, çok da güzel sofra kurar adam. "Doydum," dersiniz, "yer kalmadı," dersiniz birden masanıza gelir der ki "tatlılar benden efendim, benden, olur mu hiç öyle şey." Getirir kemalpaşayı, getirir sütlacı. Valla ne yalan söyleyeyim, midede yer açılır onları görünce. Herkese öneririm.

Neyse, bu küçük aradan sonra size anımın en can alıcı noktasına geleyim. Biraz önceki itirafla beraber aklımdan biraz önce duyduğunuz düşünceler ve hissiyatlar geçti. Evet, Niyazi de oradaydı, neden oradaydı birazdan belli olacaktı. Ben tam bunları dile getirecektim ki, Turan son noktayı koydu:

"Kan da çıktı."

Söylenecek söz kalmamıştı. Ben ona baktım, o bana baktı. İfadelerimiz aynıydı. Sessiz bir mutabakat içinde Niyazi'nin mekanına doğru yol almaya başladık. Cep telefonlarımızı kapattık. Bu büyük zafer, beraber kutlanılmalıydı. Zaman rakı balık zamanıydı.

Oğlumla gurur duyuyorum.

25 Şubat 2010 Perşembe

Her Göt Silinmeyi Hakeder - 2

Çaresizdim. Pipimden damlalar akmayı bırakalı yıllar olmuştu ama götümden hala boklu damlalar akıyordu. Yukardan aşağıya damlaların süzülüşlerini hissedebiliyordum. Hafif gıdıklandım. Keyfim yerinde olsa gülebilirdim ama şu anda çok sinirliydim. Bu benim sorunum değil diye düşündüm. Bana kuru fasulyeyi zorla yediren annemdi. İlk başta anneme meseleyi hiç açmasam mı diye düşündüm. Aklıma türlü türlü şeyler geliyordu. Ellerimle götümü silip silip yandaki çeşmede yıkasam mı diye düşündüm. Ama nasıl kurulayacaktım? Hayır, bu benim sorunum değil, annem yedirdi fasulyeyi bana. "Annee bittiiii" diye bağırdım. Yıllar sonra annemi bu şekilde çağırmaktan hiç utanmadım. Annem kapıyı açtı ve şaşkın gözlerle bana baktı. Bağırarak; "Bu iş senin bokun! sen temizleyeceksin!" dedim ve götümü döndüm. Kafamı geriye çevirip suratındaki ifadeyi görmek istedim. Tepkisizce bakıyordu. Anlam veremedim ve boklu göt görmeye alışık heralde diye düşündüm. "Sen burda kal arabada peçete var mı bakayım" dedi ve uzaklaştı. Yine kaybettim diye düşündüm, alaturka beni yine alt etmişti. Bu sefer kendi kaleme kendim gol atmıştım aslında. Normalde, çorabıma azıcık işemek dışında kusursuz hareket etmiştim. Deliği de tutturabilmiştim. Alaturkaya bakıp tükürdüm. Götümü temizleyemiyorum bari altımdaki pisliği temizliyim dedim. Yandaki kovaya su doldurup sağa sola dökmeye başladım. O sırada tuvalete biri girdi, annem diye düşündüm. Elimdeki kovayı tam boşaltacaktım ki, kapı açıldı. Çekirge pozisyonunda, götüm hala kapıya doğru dönüktü. Kafamı çevirdim ve göbekli, pos bıyıklı bir adamla karşılaştım. Muhtemelen kamyoncuydu. Adam götüme kitlendi. İçimi korku sarmıştı. Bakışlarından hiç hoşlanmadım. Suratında muzipçe bir gülümseme belirdi. Babam acaba bu adamı dövebilir mi diye düşündüm. Suratımdaki kararlı ifadeyi hiç bozmamaya çalıştım. Babaaa diye bağıracaktım ki, adam; "Sahici sıçmışsın, genzimi yaktın ufaklık. Çok sağlam bir nesil yetişiyor helal olsun! Sizler sayesinde Türkiye dünyanın ağzına sıçacak! Herkes götümüzü yalayarak temizleyecek!" dedi. Anlam veremedim. Neyse, ne derse desin, çok sıkışmanın ardından sıçmış gibi rahatlamıştım. O anın gerginliğiyle adama; "İyi veya kötü diye bir şey yoktur, sadece düşünceler onu öyle yapar" diyerek mütevaziliik yaptım. Sonra yandaki alaturkaya geçti. "Pıfff" efektiyle sessizcene çok fena saldı. Kemerinin sesini duydum. İşini bitirdi diye düşündüm. Ayrılıyordu. Adımlarının gölgesini kapının altından görebiliyordum. Sağa doğru çıkış kapısına ilerlerken bir anda benim önümde durdu. Gerildim. Adam kapıyı açtı ve "amcana göster bakıyım pipini" dedi. Ayağa kalktım ve döndüm. En rezil durumundaydı pipim. İçeriye büzüşmüş, sahibinden korkan kuş gibi kafesinin köşesine kaçmıştı. Adam ciddi bir tonla; "Bütün büyük işler, küçük başlangıçlarla olur" dedi ve ayrıldı. Bu kadarı da fazlaydı ama! Bir an "Sikery Muvi 5"'i çekiyoruz sandım. En sonunda annem geldi. Çok dolmuştum ve anneme sarılıp ağlamaya başladım. Çıplaktım. Pipim annemin montuna sürttü, huylanıp geri çekildim. Götümden kahverengi damlalar bacaklarıma doğru inmeye başladı. Gıdıklandım ve gülmeye başladım. Sinirim çok bozulmuştu, en az kızgın bir Rambo kadar. Annem "Hepsi geçicek" diyerek beni teselli etti. Elinde iki adet üzerinde "Canım Petrol" yazan sarı bezle geldi. Çeşmeye tutup az ıslattı. Önce bacaklarımdaki damlaları sildi, sonra da götümü. Aşağıdan yukarı. Bu duyguyu en son 6 yaşındayken yaşamıştım. Kendimi çok genç hissediyordum ama bu benim için iyi bir şey değildi. Aksine kendimi bok gibi hissediyordum. Annem boklu bezi kovanın içine attı ve kuru bezle götümü kuruladı. Donumu ve pantolonumu giydirdi. Nihayet bu boklu mekandan kurtuluyorduk. Babamı gördüm. O adamla konuşuyordu, kamyoncu olduğunu düşündüğüm. Babam beni yanına çağırdı. Adam "oğlunuzla gurur duymalısınız" tarzında saçma sapan şeyler söylüyordu. Bence bariz bir şekilde benle taşak geçiyordu ama babamın gözleri yaşardı. Adam yanağıma iki tane yavaşca şaplatıp, AMG Mercedes Sl65'ine binip uzaklaştı. Mercedesin olmuş ama adam olamamışsın dedim içimden. Babam o sırada bidona benzin koyuyordu. 2. "Canım Petrol" bezini alabilmek için 100 milyonluk daha benzin almak zorundaymış ama depo dolmuş. Ailemin o gün benim için yaptığı fedakarlıkları hiçbir zaman unutamadım. O günden hatırladığım son şey, -arabaya binince farkettiğim- sağ ayağımdaki beyaz olması gereken sarı çoraplarımdı...

İşte o gün tuvalet kağıdının önemini kavradım. Ben götümü silecek tuvalet kağıdı bulamazken, silinmek her götün en doğal hakkıyken, insanlar maçlarda bunu sahalara atıyor diye öfkelendim. 10 yaşındayken gerçirdiğim bu travmanın etkisinden kurtulabilmek için 4 sene boyunca psikologa gitmek zorunda kaldım. Etkisi tam geçti derken 16 yaşında yine bir klozette tuvalet kağıtsız kalmıştım...

-To Be Continued-

24 Şubat 2010 Çarşamba

Bir Devrimcinin Güncesi - 1

Adımı halama borçluyum. Annem ve babamı hiç hatırlamıyorum, ama halamın anlattığına göre babam, nereden geldiğini unutan komprador bir burjuvaymış, milletin götünü yalaya yalaya yükselmiş ve hiç de fena sayılmayacak bir servet edinmiş, ancak krizden etkilenip iflas ettiğinde bayağı bir borç içine batmış, birçok insan intihar ettiğini söylese de öldürüldüğünü de düşünen var, ama bunu pek de kurcalamaya gerek yok sanırım, dünyadan bir pisliğin daha eksilmesine kaç kişi üzülmüş olabilir ki? Annem, onun hakkında hiçbir bilgiye sahip değilim, herhalde o da hayatını kurtarmak için babamın alacaklılarından birinin metresi olmuştur, burjuva ahlakına sahip olduğundan emin olduğum birisi, yoksa babam gibi bir adamla ne işi olabilirdi ki?

Halam, her şeyimi borçlu olduğum insan. Yıllardır görüşmediği abisinin bir oğlu olduğunu, babamın ölümünden ve annemin ortadan kaybolmasından sonra yetkili görevlilerden aldığı bir telefon sonucunda öğrenmiş işkencelerden geçmesine rağmen davasından dönmemiş, paraya boyun eğmemiş bir insan. Beni de kendisi gibi yetiştirdi, küçük yaşta yanına gelmiş olmam işini kolaylaştırmıştı, çünkü henüz burjuva kültürüyle çok fazla içli dışlı olamayacak kadar küçük bir yaştaydım yanına geldiğimde, bir tek yemekler biraz sıkıntı yaratmış öyle söylerdi arada sırada, Avrupa mamalarına alıştığımdan beni doyurmak için verdiği yemeklerden pek hoşlanmazmışım.

Şu an bir amaç doğrultusunda yaşamamı halama borçluyum, küçükken çok iyi geçindiği çok sevdiği abisini belki de affetmesi beni düzgün bir devrimci olarak yetiştirmesine bağlıydı, bu yüzden üzerime çok düştü, ama bazı şeyler değişmeliydi, kaderimin değişmesi için belki de önce ismim değişmeliydi, mert, yürekli ezilmiş halkların refaha kavuşması için hayatı dahil her şeyini vermiş bir devrimcinin adıyla seslenmeyi tercih etti bana. Pazardan haftalık alışverişini yapmış, elinde torbalarla evine dönerken hain bir faşistin kafasına sıktığı kurşunla yolun ortasında kanlar içinde yatana kadar da O'nun ismiyle seslenmeye devam etti...

Asıl adım Berkant, ama bana Mahir derler...


Halamın ölümünden kısa bir süre önce girmiştim üniversite sınavına, fena da geçmemişti iyi bir sonuç beklemiyor değildim ama gelen sonuç oldukça iyiydi, ülkedeki istediğim her üniversiteye gidebileceğim bir sınav sonucum vardı, neye göre tercih yapacağımı bilemiyordum artık kimsem de kalmamıştı (Selda ve malafatım hariç, ama onların yeri ayrıydı) halam yaşasaydı tercihim çok daha farklı olabilirdi ama artık onu bana hatırlatacak şeylere daha fazla tahammülüm yoktu sanırım. Ayrıca iyi bir eğitim alarak ülkem için halkım için faydalı olma arzum, hem çalışıp hem okuyarak da eğitimime yeterince önem veremeyeceğimi düşünmem, istemeyerek de olsa şehir dışında "iyi" bir vakıf üniversitesini tercih etmeme yol açtı. Bana hem kimseye ağız eğmek zorunda kalmayacağım bir harçlık hem de yatacak yer temin etmeleri tercihimi oldukça etkilemişti. Ama asıl vicdanımın rahatlamasını sağlayan halamın arkadaşlarından, içinde bulunduğum devrimci oluşumun da önde gelenlerinden bana hep göz kulak olmuş, kafamın açılmasını sağlayacak kitaplar öneren Yusuf abi olmuştu: "Kardeşim Mahir, dert etme özel okulda okuyarak dava satılmaz, hem iyi bir eğitim alarak davaya daha iyi katkıda bulunursun, hem de ordaki burjuva ahlakıyla körleşmiş yoz kızları sikerek proleteryanın intikamını alırsın. Sendeki yarrağın namını herkes biliyor."

Odama yerleşeli bir hafta olmuştu, Cem adında bir ciksle beraber yaşıyordum, çok fazla konuşmamışsak da geçinmesi zor biri olmaması hoşuma gitmişti, ayrıca odaya gelip gidenler aracılığıyla ciks kızlarla onun sayesinde tanışma durumumun hızlanması fikri hoşuma bile gitmişti açıkçası. Aslında bu durum biraz canımı da sıkmıyor değildi, sonuçta bu intikam fikri en azından burada okuyacağım beş sene içinde vicdanımın rahat olmasını sağlayacaktı, hem zaten o çevreye hiçbir zaman dahil olmayacaktım iki üç kızı siktikten sonra zaten malafatımın namı alıp yürüyecek ve onlar beni bulacaklardı,bu hep böyle olmuştur. Bir de Suna da vardı neyse ki. O da olmasa halamın da yokluğunda çok zor günler geçirebilirdim.

Okula yeni gelenler için bir tanışma partisi düzenlemişler, canım hiç gitmek istemese de Yusuf abinin de önermesiyle gitmeye karar verdim, en zoru başlamaktı, namımın duyulması oturduğum yerden olmayacağı belliydi. Geceki parti için hazırlık yapmalıydım, en azından bir tıraş olup duş almak gerekliydi, sikimin kıllarını da biraz kısaltmak fena olmayacaktı. Duşa girdiğim sırada odada Cem yalnızdı, ona güvenerek sadece havlumu alıp girmiştim ancak çıktığımda bir kız arkadaşı da vardı odada. Kısa boylu ağzında cak cak sakız çiğnerken, kelimeleri yaya yaya bir şeyler anlatıyordu Cem'e akşamla ilgili. Ben duştan çıktığım zaman bir anda konuşmayı yarım bırakıp bana bakakaldı, ben de başka zaman olsa hemen üzerime bir şey giyerdim ancak kaşarın hoşlandığını farkettiğimden bilerek giyinmeden belime sarılı havluyla oturdum sandalyeme, bu arada kendimden bahsetmek gerekirse 1.85 boylarında oldukça kaslı sayılabilecek bir insanımdır, ama bu kaslar burjuva piçleri gibi karı kaldırmak için spor salonlarında yapılanlardan değildir, kendimi bildim bileli çalıştığım içindir atölyelerde, şantiyelerde proleter kardeşlerime yardım etmek isteğimden. Henüz donumu da giymemiştim ve kızın hala bana baktığını bildiğimden oturuşumu değiştirirken havludan verdiğim frikiklerle yarrağımı görmesini istiyordum, bana bakıp malafatımı görüp ona ulaşamayacağını hissetmesiydi arzum, elindeki paranın her şeyi almaya kadir olmadığını bir an bile olsun düşünmesi beni zevklendirmeye yetecekti.

Bir anda Cem'le olan konuşmasını kesip tuvalete doğru hareketlendi, tuvalete giderken de bana göz kırparak ve sırtımı okşadı, o sırada Cem'e baktım, bozulmuştu, herhalde bütün arkadaşlığının sebebi kızı sikmekti, anlam veremiyordum bu insanların arkadaşlık anlayışlarına ama birçoğuna burada bulunduğum sürece ceza keseceğimden emin olduğum için hınzırca bir gülümseme yerleşti suratıma. Tuvalete girdikten kısa bir süre sonra kapıyı tekrar araladı ve bana kaşarca bir gülümsemeyle bakarak: "ya sanırım sifonda bir sorun var yardımcı olabilir misin?" dedi, Cem ayaklanır gibi oldu ama zahmet etme küçük bir sorundur heralde deyip onu yerine oturtup beni içeri aldı ve kapıyı ardımızdan kapattı. Saf rolünü oynamaya karar verip sifona bakmak için ilerlerken beni kolumdan tutup çekti ve duvara dayadı, önce elini yüzümde gezdirdi, ordan okşayarak göğsüme ordan karnıma doğru elini gezdirirken bir anda daha da aşağıya inip havluyu çözdü, havlu ayaklarımın dibindeydi, elin bu sefer taşaklarımdaydı yeni tıraş ettiğimden batmıştı kıllar eline bunu farkettiğinden bana bakıp güldü, daha sonra kafasını eğip yarrağıma baktığında sanki önceden havlunun arasından gördüğünden şüphesi varmış da artık emin olmuş gibi hem şok olmuş hem de mutlu olmuş bir ifade vardı suratında. Eline alıp oynadı biraz o sırada göğsümü öpüyordu çünkü dudaklarıma ulaşamayacak kadar boyu kısaydı ve benim de o karıyı öpmek için eğilmek gibi bir niyetim yoktu. Ağzına almamak için kendini zor zaptediyordu belliydi ama Cem odadaydı ve oradaki onu sikmemi sağlayamazdı bunu o da biliyordu ben de, o yüzden ben eğilip havluyu tekrar belime bağladım ve "İşte sifon arada sıkışır böyle sorun değil" diye bağırdım Cem'in duyacağı bir tonda ve sifona bastım, çıkarken beni tuttu ve kulağıma oda numarasını fısıldadı.

Cem olan bitene sinirlenmişti sanırım çünkü kısa bir süre sonra odadan çıktı gitti, büyük ihtimalle götü yere yakın kaşar da odasında beni bekliyordu ama gitmesinin üstünden bir saat geçmesine rağmen gitmeye niyetim yoktu, hem parti için gücümü kaybetmek istemiyordum hem de bu şekilde kıvranması hoşuma gidiyordu, ne de olsa eninde sonunda gelip beni bulacaktı diye düşünürken bir anda kapı çaldı açmaya gittiğimde karşımdaydı. Bana bakışında hem bir kızgınlık vardı, hem de diliyle dudaklarını yalıyordu sikimin olduğu yere bakarak, beni itti ve ardımdan kendisi de odaya girdi: "Cem odada yok biliyorum" dedi şehvetli bir alaycılıkla. Çok sinirliydim, bu insanlar böyle istedikleri her şeyi elde edebileceğine inanmaları beni çileden çıkarıyordu gerçekten, ama onu sikmemektense öyle bir sikmeye karar verdim ki bir daha seksten zevk alamayacak duruma gelecekti ve her seferinde aklına ben gelecektim ama beni bulamayacaktı, Selda olmasaydı ben bir hiçtim değil 23 santim 30 santim bile bir boka yaramayabilirdi.

Acelesi var gibi beni yatağa sürüklerken pantolonumun düğmelerini çözmekle meşguldu, yatağa sırt üstü düşmüştüm, çok kısa bir süre pantolonumda boxerımda dizlerimdeydi ve saçını savurarak tişörtümü sıyırıyordu, hiç yardımcı olmaya niyetim yoktu, en azından başlarda biraz eğlenmesine izin verebilirdim ne de olsa bugünden sonra seksten soğuyabilirdi hiçbir zaman aynı tadı alamayacaktı ve hep bugünü düşünecekti. Çırılçıplaktım artık, bir tek çoraplarım vardı, ayak fetişisti değildi heralde yoksa onları da çıkarırdı. Beni öpmeye başladı ama dudaklarımla zaman kaybetmek istemiyor gibiydi, ve salyalı ağzının suları akarak bütün vücudumu yalayarak yarrağıma doğru bir yön aldı ve onunla ilgilenmeye başlamadan önce bana yine o kaşar gülümsemelerinde birini atarak dudağını ısırdı, sonra da dizleri üzerinde dikilerek üstündeki badiyi çıkardı, sütyen giymemişti, belli hazırlanıp gelmişti, göğüsleri fena değildi, ne çok büyüktü ne de çok küçük, ama şimdiden meme uçları kazık gibi olmuştu, amı da sulanmıştır garanti diyerek ellerimi kafamın arkasında kenetlenip tavana bakmaya başladım,sulanmış ağzıyla sikimi yalamaya başlamıştı bile. Çıkardı seslerden sikimi yalamaktan keyif aldığı belliydi, yarrağımın başından başlayıp taşaklarıma kadar yaladıktan sonra artık emme faslına geçmişti. Başarılı sayılırdı, daha önceleri oldukça tecrübe ettiği aşikardı, hiç dişlememişti, dilini de oldukça iyi kullanıyordu, ama daha önce çektiği saksoların orta ya da ufak çaplı yarraklar olduğu bütün yarrağımı ağzına almaya çalıştığında gairp sesler çıkarmasından anlamıştım, biraz sesli gülünce pes etti, kafasını kaldırıp bana baktı o da güldü, ve eli sikimde tekrar dudaklarıma yapıştı, beni öperken bir yandan da sikimle oynuyordu. Bu işe daha fazla dayanamayacağımı farkettiğimden, kızı altıma aldım, elimi eteğinden içeri doğru soktuğumda don giymemiş olduğunu farkettim, ve amı gerçekten de sulanmıştı. Bacaklarını araladım ellerimi kasıklarına bastırarak yalamaya başladım kalçası bir o yana bir bu yana amından sel gibi su akıyordu kıvranıyordu altımda bırakmıyordum, eliyle saçlarımı kavramış bırakmıyordu kafamı amına daha çok bastırmış bir şekilde inliyordu, yandığı belliydi "Yeter artık, uzatma bu işkenceyi sok artık şunu içeri" dediğinde bu oyuna biraz daha devam etme kararı aldım, ve sikimin başını amına sürtmekle vakit geçirdim biraz, hafiften içeri girdiğimde suratındaki o rahatlamayı gördüğümde geri çıkarıyordum, en sonunda dayanamayıp beni yatırdı ve üstüme çıktı, üstümde hoplarken götünü iyice kavramıştım elleriyle göğüslerinin bir inip bir kalkması ve çıkardığı sesler artık beni de iyicene tahrik etmişti ve artık cezanın kesilmesinin vaktinin geldiğine de karar verdiğimden altıma aldım kaşarı. Seksi çok sevdiği belliydi, ben onu ardarda hızlıca pompalarken o da altımda yılan gibi kıvrılıyordu,yüzüne doğru eğilip dudaklarına yapıştım boynunu doğru indiğimde akşamki parti geldi aklıma ve çok fazla yorulmak istemediğimi farkettim. Selda'dan öğrendiğim taktikler sonucunda seksi istediğim kadar uzatabiliyordum, bir çok insanın aksine sikim beynimi kontrol edeceğine beynim sikimi kontrol edebiliyordu. Ama yeterince vakit geçmişti, çünkü bu karı altımda zevkten kıvranırken benim aklım grevde olan Tekel işçilerindeydi, bir anda nefretimin yansıması olarak memelerini emerken kazık gibi dikelmiş meme ucunu ısırdığımı farkettim, aksine bu karının hoşuna gitmişti, elleriyle saçımı kavrayıp daha da bastırdı suratıma memelerinin arasına, ama dediğim gibi ben artık sıkılmıştım ve boşalmaya karar verdiğimde kulağıma doğru fısıldadı: "İçime boşalarak heba etme onları, ağzımda istiyorum". Kırmadım onu, zaten ileride beni hiç aklından çıkaramayacaktı, çıkarttığım gibi sikimi eline alıp boşalana kadar oynadı, onu daha fazla bekletmemek için ben de uzatmadım ve kendimi bıraktım. Yüzüne boşalmıştım, mutluydu, beni ilk kez gördüğü yere yani tuvalete gidip elini yüzünü yıkadı, üstünü başını giydi ve mutlu bir şekilde bana elini uzattı:

-Ben Merve
-Ben de Berkant

Evet, okulda Berkant ismini kullancaktım en azından bunlar gibi haketmeyen insanlara karşı. Akşama parti vardı, tekrar duş almak gerekiyordu çok terlemiştim ve midemde beni rahatsız eden bir şey vardı. Suna'yla konuşmalıydım.

23 Şubat 2010 Salı

Her Göt Silinmeyi Hakeder


Son zamanlarda yaşadığım büyük rahatsızlığı; birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde, 70 milyona ulaştırıp bu çirkin eylemin sorumlularının yargılanması amacıyla bu yazıyı klavyeye alıyorum.

İlk seferinde 10 yaşındaydım. Edirne'ye doğru yoldaydık. Acaba ağaçlar neden geri gidiyor diye salak salak düşünüyordum. Babamın sabahtan kestiği sakallara odaklanmış ne zaman uzayacaklar diye bakıyordum. Ten reginin sakal yüzünden bok yeşili bir tona ulaşmasına, Brezilya amazonlarındaki Envira Kabilesinin helikopteri gördüklerin andaki şaşkınlığına benzer bir şekilde bakıyordum. (http://www.habervitrini.com/haber.asp?id=342873) Bok yeşili diye düşünürken aklıma geldi. Evet benim kakam vardı. Hem de acayip. 5 dakika daha dayanamazdım. Yapmazsam olmazdı. Babama kakamın olduğunu söyledim ama iplemedi. Durumun vahimiyetini belirtmek için önce osurdum. Sesli bir şekilde. Annem çok kızdı. Sesli yapılan osuruğun koku yapmadığını belirtsem de azar işittim. Moralim çok bozulmuştu, kakam da vardı. Babam pencereyi azıcık araladı ama koku filan yoktu yani amacı tamamen artislik. Bana her konuda ahkam kesiyorlar ama bunlar daha sesli osuruğun koku yapmadığını bilmeyecek kadar cahildiler. Onlar da osuruyor biliyorum. Babam mesela. Osuruğu çürük yumurta gibi kokuyor. Felaket... Ama gidipte bunu odada ikimiz başbaşayken yapması hiç hoş değil. Hayır yanlış anlamayın, insanın içindeki kötü, çirkin şeyleri salması çok doğal; saygıyla karşılarım ama bunu sesli bir şekilde yapsa hem oda kokmayacak hem de babam benim yanımda osurduğu için daha samimi bir ortam oluşacaktı. Ama o sessiz salmayı tercih etti, aramıza hem iğrenç bir koku soktu hem de mesafe koydu. Bence yaptığı ikiyüzlülükten başka bişey değil. Sessizce salarak ne yaptığını sanıyosun ki? Zaten baş başayız ben osurmadığıma göre sen osurdun işte. Bunu saklamaya çalışmak aptallık. Her neyse mevzudan sapmayalım. Arabada sesli bir şekilde osurunca annem durumun ciddiyetini birazcık kavramış oldu. Babama uygun bir benzincide dur da çocuk işini halletsin dedi. Bir iki benzinci geçtikten sonra ismini vermek istemediğim bir benzincide indik ve tuvaletine doğru koşar adım giderken aslında o kadarda kakamın olmadığını farkettim ama artık tuvalete yönelmiştim. Annemde peşimden geliyordu. Bir çocuk bu kadar aşağılanamazdı. "Anneeeee bittiiiii..." diye bağırdığım dönemlerde Pele henüz futbolu bırakmamıştı ama dışarda bir yerde tuvalete gittimiydi illaki peşimden gelecekti. İnsan annesine de "bok mu var tuvalette ne geliyosun?" diyemiyorki, anne sonuçta... Tuvalete girdim ve keskin bok kokusu genzimi yaktı. Tuvalet değil ahır gibiydi. Tuvalette gerçekten bok vardı. Annem haklıymış, göt olmuştum. Tuvaletin kapılarını tek tek açıp atmı besliyorlar acaba içerde diye baktım ama yanılmıştım. Erkeklik içgüdüsüyle anne hayır sen gelmemelisin, bu benimle kılozet arasında olan bir şey dedim ama dinlemedi. İçeri girince burnuna nane tutup keskin bok kokusunu hafifletti. Neden bilmiyorum ama annemi o anda, bir kez daha çok sevdim. Ana oğul ilişkisi gerçekten apayrı bir şey. Yeri geliyor götünü siliyor, yeri geliyor bu tahammülsüz kokuya seninle birlikte eşlik ediyordu. O ortama girdikten sonra kakam tekrar geldi, gelmemesi düşünülemezdi. Alafranga tek tuvalet vardı fakat keskin bok kokusu ordan geliyordu. Kapağı açtığımda patlıcan büyüklüğünde bir bok gördüm. Yarısı suyun dışında yarısı içinde. Su dediğime bakmayın boklu bulamaç kahverengi bir şey olmuş. Tabii bokun çevresinde bir kaç tane kara sinekte mevcuttu. Kara sinekle bokun ilişkisini hiçbir zaman çözemedim. Nerde bokluk orda çokluk halinde kara sinekler. Alaturkaya gitmek farz oldu. Oldum olası becerememişimdir şu pisliğe tuvaletimi yapmayı. Bu sefer iddialıydım. Gaza gelip tuvaletin kapısını tekmeleyerek açtım ve alaturka tuvalete parmağımı doğrultup, "şimdi senin ağzına sıçıcam!" dedim. Annem bu sözüme çok kızdı. Söylediğimde yanlış bir şey yoktu bence ama hiç oralı olmadım. Çünkü annem her zaman haklıydı... Önce pantolonumu çıkardım, sonra da donumu. Asacak bir yer yoktu ama anneme de vermeye çekindim, donumda yer yer parçalı bulutlar, yer yer sarılıklar, yer yer kahverengilikler hakimdi. Utandım. Köşeye fırlattım. 12 yaşındayım ama hala götü boklunun tekiyim diye düşündüm. Kakam bağırsağımın son noktalarından götüme doğru baskı yapmaya başlamıştı ki ben alaturka üzerinde çekirge pozisyonuna geçip işemeye başladım. Pozisyonu tam alamamıştım biraz çoraplarıma işedim. Sıcaklığını ayakkabımın içinde hissettim ama önemli değil, Pantolonuma işediğimi de bilirim... İşeme faslının bitmesine az evvel kakam götümde filizlendi. İlk başta sağlam bir parça salladım. "Gulup" diye ses duydum, 12'den vurmuştum. Gurur duydum. Daha var mı yok mu diye düşünüyordum ki osurukla birlikte götümden işercesine yavşak boklar dökülmeye başladı. Dün sofrada anneme tabağımdaki kuru fasulyenin yarısını yedikten sonra daha fazla istemediğimi söylemiştim ama nafile. O tabak bitecek diye dırdır etmişti. Bu kaka türünden sahiden nefret ediyordum. Götünü ne kadar silersen sil olmuyordu, illaki leke kalıyor. Çekirge pozisyonundayken önce sağıma sonra soluma baktım ve acı gerçekle karşılaştım. Tuvalet kağıdı yoktu... Bu götle tuvalet kağıdı olmadan başa çıkmak imkansızdı!

Bu nasıl olur diye sitem ettim ve HER GÖT SİLİNMEYİ HAKEDER diye bağırdım...

--To Be Continued--

Gün Gelecek...

Gün gelecek beş para etmez dediğin bu blogu kitleler takip edecek...

Gün gelecek yazılarımızı copy paste edip sağda solda hava basan zavallılar türeyecek...

Gün gelecek bu blogu okuyup 31 çekenler çıkacak...

Gün gelecek tüm blogları...

Gün gelecek bu takipçisiz ama azimli blogdaşlar alayınızın...