27 Şubat 2010 Cumartesi

Oğlumla Gurur Duyuyorum

Efendim, birazdan okuyacağınız, büyük tabloda naçizane duruşlu bir babanın, her daim sevgi ve saygı ile büyütülmeye çalışılmış, bizim toplumumuza has geleneksel aile terbiyesi ve birtakım toplumsal değerlerle beslenerek eğitilmeye çabalanmış biricik oğlunun, henüz genç yaşında edindiği bir zafere, bir iktidar ifadesine yönelik duyduğu gururun, birtakım titrek ve heyecanlı cümlelere dökülmüş, bu şekilde ifade edilmiş halidir.

Söze başlamadan önce size biraz kendimden bahsedeyim. Adım Alpaslan Ertürk. 38 yaşındayım ve devletimizin Maliye'sinde üst düzey sorumluluklara sahip bir memurum. Mesleki durumumdan son derece memnun olduğumu belirteyim: Askerlik görevini de onurlu bir biçimde yapmış ve bunun tecrübesiyle şekillenmiş biri olduğunu gururla kabul edebilecek biri olarak vatanıma, devletime hizmet etmeyi sürdürmekten büyük bir haz duyduğumu belirteyim. Zira bildiğiniz üzere devlet, insanımıza hayat verendir. Allah devletimizden razı olsun. Şu anki mesleki konumumu da şüphesiz ki devletime borçluyum, zira bu belirttiğim doğrultudaki inançlarımın güçlülüğü, minnettarım ki bazı devlet büyüklerimiz ve tanıdıklarım tarafından farkedildi ve onların bana uzattıkları el sayesindedir ki ben şu anda sizlerle bu güzel satırları paylaşabiliyorum. Allah devletimizden razı olsun; bunu ne kadar söylesem azdır.

Sizlerle paylaşmak üzere olduğum bu güzel anımın öznesi oğlumu tanıtmadan önce ailemden söz edeyim. Çok sevgili karım son derece ahlaklı bir bayan olmakla beraber, mütevazılığı, toplumdaki yerini bilmesi ve birtakım önemli değerlerimize sahip çıkması ile güzel bir ev hanımıdır, güzel bir insandır. Akşamları işten yorgun bir şekilde eve döndüğümde sofrayı bellibaşlı mezeler ve birbirinden leziz yiyecekler, misal kuru fasulyeler, pilavlar, ayran ve hatta özel durumlarda bazı alkollü içkiler ile bile donanmış görüyorsam onun sayesindedir. Ailemizin değerli bir üyesidir.

Onunla şu ana kadar bir tane çocuk dünyaya getirdik ki bu güzel satırların her birini ona adıyorum. O ki; geldiği andan itibaren, bana bir gün bu satırları yazıyor olmanın kıvancını yaşatacağını sezdirmiştir. O ki, çok değil daha bir kaç hafta önce tüm erkliğini ve iradesini kendisine ve babasına kanıtlamıştır. Evet, tahmin ettiğiniz gibi biricik oğlumdan bahsediyorum. O ki, ilk gelerek tekliğini de garantiye almış güvencemdir.

Turan, 16 yaşında ve şu anda lise 2. sınıfta. Bir Türk erkeğinin olması gerektiği gibi, hem bedenen hem de zihnen güçlü bir evlat. Derslerinde de bana dediği üzere çok başarılı. Ona güveniyorum. Arkadaşları da ona saygı duyuyor ve güveniyorlar. Önceden de söylediğim gibi, onu yetiştirirken ona toplumumuzun halet-i ruhiyesine özgü bazı değerleri aşılamaya çalıştım. Başarılı olduğumu da düşünüyorum.

Anlatmak istediğim mevzuya gelelim. Geçen gün akşam 7 sularında işten dönmekteyken cep telefonum çaldı, arayan Turan'dı. Arkadaşları ile halı saha maçındaymış, maç bitmiş ve çok yorgunmuş (gerçekten de sesinden bu izlenimi ben de edinmiştim, ancak bunun bir yorgunluktan fazlasına işaret ettiğini biraz sonra anlayacaktım). Onu gelip alabilir miyim diye sordu. Normalde toplu taşıma araçlarını kullanmasını salık verdiğim oğlumu (zira bu, onu alıştıracak, iradesini güçlendirecek bir yaklaşımdır) bu sefer kırmadım ve "Tamam," dedim, "geliyorum birazdan. Neredesin?" Halı sahanın Kalamış'taki lisesine yakın olduğunu söyledi. Talih benleydi ki ben de civardaydım. Takriben 20 dakika sonra Turan arabanın ön koltuğunda yanımdaydı.

"Eee," dedim. "nasılsın?" "İyiyim," diye karşılık verdi ancak telefondaki o yorgunluk halini devam ettirdiği gözümden kaçmadı. Daha doğrusu, bu bir yorgunluk değil de, bir düşünce hali gibiydi. Onda sık gözlemlediğim bir şey değildi bu içe sinmeyen içe kapanlıklık. Oğlumun bu halini biraz daha eşelemeden önce maçla ilgili muhabbet ettik. 5-2 yenmişler. Bizimki 2 gol ve 1 asistte bulunmuş. Oğlumun her kulvarda olduğu gibi futbolda da başarılı olmasına, öne çıkmasına çok sevindim ve içten içe bununla övündüm. Sevincimi dile de getirdim. Ancak Turan hala düşünceli gözüküyordu. Artık bu sır perdesini aralamanın zamanı gelmişti -- iyi ki de aralanacaktı --:

"Oğlum", diye söze başladım, "nedir bu halin? Maçtan çıkmısşın, galip gelmişsiniz, çok da terlemişsin, belli ki yorgunsun. Ama sen çok maç yapıyorsun ve seni hiç böyle görmedim. Bir haller almış seni. Bir derdin mi var? Söyle bakayım babana," diye bitirerek niyetimi belli ettim. Turan demek istediğimi anladı ve cevabını vermeden 10-15 saniye boyunca düşündü.

"Baba," dedi sakin bir sesle, "itiraf etmem gereken bir şey var." Pür dikkat kesildim. Ben onun babasıydım ve elbette onu dinleyecek, elbette onu anlayacaktım. Sesinde ilginç bir eda vardı ki; bir anlığına bunun bir tür gurura işaret ettiğini düşünüverdim. Aslında bu hissiyat çok da isabetsiz sayılmazdı. Ayrıca belirteyim, anayola çıkmıştık ve önümüzdeki kamyonun arkasındaki "Liselim" yazısı da gözümden kaçmadı. Sanki tüm koşullar birazdan duyacaklarıma göre düzenlenmiş mükemmel bir düzene işaret ediyordu. Böyle bir düzen kendiliğinden oluşmuş olabilir miydi?

"Benim bir kız var," diyerek ilk bombayı patlattı. Ancak bunu ben zaten biliyordum. Her ne kadar bu durumu benden olanca kuvvetiyle gizlemeye çalışmışsa da ben bu sırra baba ve oğul arasındaki o eşsiz bağ sayesinde muvaffak olabilmiştim. Dolayısıyla şaşırmadım, ancak bunun devamı da gelecekti. Netekim geldi de: "ve onunla geçen akşam yattım. Hani sen beni Şeref'lerde kalıyordum sanıyordun ya. Aslında onların evi boştu baba. Ben de nefsime bıraktım kendimi. Onunla yattım. Umarım beni yadırgamazsın."

Aslında yadırgamayacağımı o da biliyordu. Biraz önce varolduğunu düşündüğüm o gurur, o övünme hissi "yadırgamazsın." kelimesinin ağırlığıyla beraber iyicene güçlenmiş ve bana kendimi hatırlatan bir özgüveni temsil eder hale gelmişti. Neden gelmeyecekti ki hem? Turan bana bunu itiraf ederek ne diyordu aslında? Diyordu ki, baba, ben erkekliğimi kanıtladım! Artık ben, senim! Bana güvenebilirsin diyordu, kendime ait en büyük sorumluluğu yerine getirdim! Gerçekten de, ait olduğu cinsin yaradılıştan sahip olduğu iktidar vasfına ne de güzel, tatminkar bir biçimde erişmişti. Evet, onunla gurur duyuyordum. Ancak birazdan bu müthiş gurur bile ikiye, üçe, beşe katlanacak, bu olumlu dalgalanmayı bir çağlayana dönüştürecekti.

Bu noktada size Niyazi'nin balıkçısından söz edeyim. Niyazi, takriben 50-55 yaşlarında Eskişehir'li bir baharatçıydı. Baharat satım işinde iyi para edindikten sonra hayatının bir diğer tutkusu olan balıkçılığa gönül vermiş, İstanbul'a gelmiş ve Kadıköy rıhtım civarlarında oldukça hoş ve samimi bir balıkçı restoranı açmış. Sık sık oraya gideriz ailecek. Allah razı olsun, çok da güzel sofra kurar adam. "Doydum," dersiniz, "yer kalmadı," dersiniz birden masanıza gelir der ki "tatlılar benden efendim, benden, olur mu hiç öyle şey." Getirir kemalpaşayı, getirir sütlacı. Valla ne yalan söyleyeyim, midede yer açılır onları görünce. Herkese öneririm.

Neyse, bu küçük aradan sonra size anımın en can alıcı noktasına geleyim. Biraz önceki itirafla beraber aklımdan biraz önce duyduğunuz düşünceler ve hissiyatlar geçti. Evet, Niyazi de oradaydı, neden oradaydı birazdan belli olacaktı. Ben tam bunları dile getirecektim ki, Turan son noktayı koydu:

"Kan da çıktı."

Söylenecek söz kalmamıştı. Ben ona baktım, o bana baktı. İfadelerimiz aynıydı. Sessiz bir mutabakat içinde Niyazi'nin mekanına doğru yol almaya başladık. Cep telefonlarımızı kapattık. Bu büyük zafer, beraber kutlanılmalıydı. Zaman rakı balık zamanıydı.

Oğlumla gurur duyuyorum.

Hiç yorum yok: